30 Aralık 2010 Perşembe

Yeni Yıl


Merhaba!

Hani adettendir diyerek yeni yılınızı kutlamak istedim. Her şey gönlünüzce olsun, hep mutlu olun demek işin kolayına kaçmak gibi geldi bana. Ukalalık kabul etmezseniz, bir şeyler söylemek isterim.

Hepimizin sorunları, dertleri var. Onları kâh gözümüzde büyütüyoruz, kâh içimizde. İçimizde bir yerde gerçeği biliyor, bunlar geçecek, önemsiz desek de şu an itibari ile canımızı yakıyor. Kimimizin sorunu maddî, kimimizinki ruhsal. Maddî sorunların bir şekilde aşılacağına, belki de kendiliğinden çözüleceğine inanıyorum. Lütfen kendinizi bunlar için hırpalamayın.

Bulunduğu nokta itibariyle insanı hep sacayağına benzetirim. Olduğumuz nokta, olduğumuzu sandığımız nokta ve olmayı hayal ettiğimiz nokta. Bu noktalar arasındaki fark ne kadar açık ise içimize batanlar da o kadar derinde ve can yakıcı. Önerecek bir şeyim yok. Şunu yapın, bunu yapın iyi gelir, kendinizi daha güçlü hissedersiniz demeyeceğim. Sacayağı modelini gördükten sonra zaten ne yapmanız gerektiğini en iyi sizler bilirsiniz.

Kainatın merkezinde sen varsın. Sen olmadıktan sonra hiç bir şeyin anlamı ve değeri yok. Hayatının merkezine kendini koy. Seni daha değerli kılacak olanlarla görüş, seni daha mutlu edecek olanlara da sana yaklaşmasına müsaade et. Geri kalan tüm insanlık senin için figüranlardan ibaret.

Sözlerim ne hayatın sırrıdır ne de ben biliyorum siz bilmiyorsunuz kıvamındadır. Sadece yeni yılınız kutlu olsun lafının biraz süslenmişidir.

Hepinize iyi seneler.

nesimi

Blogları karıştırıyorum. Kimi cümle kurmayı beceremiyor, kimi anlatmayı beceremiyor. Kimi blogta görsel rezalet. Dolana dolana B.'yi buldum. Eylül ortasıydı sanırım. Amanın o nasıl keyifli bir yazı öyle. Kadının melodisi olacak demiştim ya, bu kızın da yazılarında öyle tatlı bir melodi. Haydi baştan dedim. En baştan okumaya başladım. Bir müddet sonra fark ettim ki yorumları okumak da çoook keyifli. Çok dikkatimi çeken yorum sahiplerinin bloglarına da baktım.

Neyse lafı uzatmiim. Üç kişi çok dikkatimi çekti yorum yapanların içinde. King, Ayu ve nesimi. Konu nesimi olduğu için diğerlerini geçiyorum. Daha ilk yorumu ile kesif bir testesteron kokusu kapladı ortalığı. Kullandığı dil bana aşina, tasavvuf ile ilgili ve kullandığı mahlaz çok manalı (engin deniz). Bloğuna seğirttim hemen. Yoktu bloğu! Oysa ne isterdim onu okumayı, tanımayı. Ara ara gidip baktım bloğuna, o da benim ara ara geldiğimi biliyormuş gibi ara ara yazdı, ara ara sildi. Yapma nesimi! Kızıyorum valla sana.

Engin Deniz neden nesimi oldu bilmiyorum ama nesimi olduğunu fark ettiğim gün, aklıma ak saçlı, ak sakallı (böyle 3 numara sakallar), kapkara gözler ile etrafa ışıl ışıl bakan bir melami şeyhi geldi gözlerimin önüne. Böyle gitsem görsem, elini eteğini öpsem, derinlerden anlat desem, bana otur evladım dese diye düşündüm, cesaret edemedim. Nasıl cesaret edicem ki? Ben böyle ak bir adam düşlerken, o karabatak gibi bir kayboluyor bir görünüyor.

Ama umudum var, bir gün görücem ve elini öpücem. Onda bir hazine olduğundan eminim. Belki lütfeder de o hazinenin ışıltısını görebilirim.

"Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim."


29 Aralık 2010 Çarşamba

Katil


Kuşadası'nda sahilde bir ilkokul var. Adı Mahmut Esat Bozkurt. Oradan mezun oldum. İki katlı güzel bir mimarisi olan eski bir bina. Tahta merdivenler, tahta zemin. Karşısında sahil, sahilin etrafında dizilmiş bir kaç lokanta. İskeleye doğru giden tarafta bir kaç balıkçı kulübesi dizili. Hep oralara gider balıkçıları izlerdim. Hasar görmüş ağlarını tamir ederlerdi. Elleri öyle bir hızla çalışırdı ki asla göremezdim ne yaptıklarını. Saatlerce izlerdim onları. Kocaman bir sepetleri vardı. Sepetin ağzında mantar yapıştırmışlar, içinde belki kilometrelerce misina, belli aralıklarla bu misinalara ek yapmışlar, eklerin ucuna da minicik oltaları bağlayıp sepetin kenarındaki mantara iliştirip telaşlı bir hazırlık yaşarlardı. O telaşlarını, telaşlarının içindeki şaşmaz keskinlikte ellerinin işleyişini izlemek büyük keyifti benim için. Parakete imiş bu yaptıkları sepetin adı.


Bir gün bir misina aldım birinden, ucuna da olta bağlattım. Para bile almadı benden balıkçı. Çocuk sevindiriyordu en nihayetinde. O coşku ile iskeleye gittim. Niyetim balık tutmak. O dönem bizler iskeleden denize girebiliyoruz, kimse bişi demiyor. Şimdi pasaport istiyorlar. :( Çok derin orası, iskeleden baktığımızda en derinlerde benim boyumda kocaman balıklar yüzüyor. Aç gözlülükle onları tutma hevesindeyim. İskelenin denizden yüksekliği öyle fazla da değil 3 bilemedin 4 metre.  Elimdeki misinanın boyu 2 bilemedin 3 metre. :)) Deniz seviyesine kadar inen bir basamak var. İnip yanımda getirdiğim ekmeği ıslatıp hamur yaparak balık yemi yaptım. Olta suya girince beceriksizce iliştirilmiş ekmek dağılıyor denize karışıyor, derinlerdeki o kocaman balıklar tenezzül edip yüzeye gelmiyordu. Ufak tefek balıklar yok ortalıkta. Getirdiğim yemlik ekmeği tüketince, aldım değerli oltamı kayalıklara seğirttim. Yemsiz memsiz attım oltamı bekliyorum. Etraftaki çocuklar dalga geçiyorlar yemim yok diye. Bir balık tuttum, şimdi düşünüyorum da, 2 santim ya var ya yok. Ama o zamanki çocuk bakışıma göre o kocaman bir torikti... Hayatımda avlanma gayesi ile ilk can alışım budur.

Yıllar sonra lise çağlarındayken, köyde teyzemin oğlu ile dağda geziyoruz. Av tüfeğini verdi bana atış yapayım diye. Bir çalıya ateş ettiğimi hatırlıyorum. O gürültü, hedefte bir canlı olsaydı başına gelecek olanları düşündüm. Sevmedim.

Puslu hatıralarımı deşelediğimde bir kaç deniz canlısının dışında can almadığımı görüyorum. Avlanmak, bir canlıyı öldürmek hiç cazip gelmedi bana. Kurbanda bile kesilen hayvanların kesim anını izlemek istemezdim. Bu hayata duyduğum saygı mı yoksa başka bir şey mi diye de hiç sorgulamadım. Sevmedim sadece...

Lisede atletik oluşum, takdir ve teşekkürler ile sınıfları geçişim milli güvenlik hocamızın dikkatini çekmiş, bana harp okulu girişi için evraklar vermişti. Hepsini doldurdum. Teslim edip sınavlara giricem. Teslim etmedim. Sınavlara girmek istemedim. Nedenini sorduğunda "Emir altına girmek istemiyorum." demiştim. Oysa aklımdaki gerçek cevabı, kendi halinden utanmasın diye söylememiştim. Ben profesyonel katil olmak istememiştim. Hepsi bu.

25 Aralık 2010 Cumartesi

Dostlar Beni Hatırlasın

Ben giderim adım kalır,
Dostlar beni hatırlasın.
Düğün olur, bayram gelir,
Dostlar beni hatırlasın.

Can bedenden ayrılacak,
Tütmez baca, yanmaz ocak,
Selam olsun kucak kucak,
Dostlar beni hatırlasın.

Açar solar türlü çiçek
Kimler gülmüş, kim gülecek
Murat yalan, ölüm gerçek,
Dostlar beni hatırlasın.

Gün ikindi akşam olur,
Gör ki başa neler gelir,
Veysel gider, adı kalır
Dostlar beni hatırlasın

Aşık Veysel

23 Aralık 2010 Perşembe

Yaşasın Yemek Yemek


Yaren, ufaklık, birader Aydın'da asker arkadaşımın evindeyiz. Hadi dedik Kuşadası'na gidelim. Hem denize girer hem etraftaki hatunlara bakar gözümüz gönlümüz açılır dedik.  Gittik denize girdik, dolaştık, vitrinlere baktık. Bu arada haberiniz olsun Kuşadası'ndaki esnaf tam dayaklık. Saygısız, seviyesiz, terbiyesiz, ilgisiz. Varsa yoksa yabancılar, Türk olduğunuzu anladıkları an cebinizdeki paraya bile ilgileri kalmıyor.

Akşamı ettik, eve dönücez. Asker arkadaşım telefon edip eşini aradı. Telefonu kapatıp "Beyler evde taze fasulye var yemekte!" demesi hepimizi derin bir kasvete bürüdü. Hiç birimizin canı eve gitmek istemiyor. Hepimiz açız. Kuşadası'ndan çıktık, Söke'ye doğru gidiyoruz. Kuşadası Söke arası 20 km. Yolun yarısı boyunca bir rampa çıkıyorsun, geri kalan yarısında da o rampayı iniyorsun. Kısacası bir dağ aşıyorsun. Tam tepede bir Yörük köyü, adı Yaylaköy. Bir kaç lokanta falan var orada. Birader cırladı "Bi duralım da şurada sac böreği yeriz, ayran içeriz" dedi. Girdik birine.


Büyükçe bir oda şeklinde bir lokanta, içeride bizim ocak dediğimiz şömineler var bir duvarda dizili. Her birinde kocaman çotuklar yanıyor, üstlerine de saclar atılmış. Hoş bir duman kokusu, zeytin ağacının yanık kokusu, tereyağ kokusu, peynir, ot kokuları ortamı şenlendiriyor.

Ben her zamanki gibi peynirli istedim, birader otlu istedi, ufaklık kaşarlı istedi, yaren galiba patatesli istedi. 50 santim çapında kocaman gözleme tarzı incecik börekler bunlar. İçleri çakılı malzeme dolu. Bizde adettir, herkes birbirinin yemeğinden tadar. Bi anda havada börek parçaları uçuşmaya, eller kollar birbirine karışmaya başladı. Neredeyse hepimiz börekleri yarılamıştık. Hepimiz memnunuz, evdeki taze fasulyeden yırttık sevinci, aç karnımızı doyurma keyfi, muhteşem ege usülü sac böreği yeme ayrıcalığı. Hepsi bir arada. Nasıl mutluyuz nasıl mutluyuz...

Mutluluğumuzu şerefsizce, namussuzca, düşüncesizce esen rüzgar bi anda paramparça etti. Gittiğimiz lokanta 3-4 lokantanın bir arada olduğu yol kenarı ceplerinden biri. Rüzgar yan lokantadan bize doğru esince benim keyfim de mutluluğum da ağzımın tadı da kaçıverdi. Kafamı kaldırıp baktığımda herkesin ağzındaki lokma büyümüş, herkesi bi keyifsiz gördüm. Rüzgarda mis gibi et kokusu! Öyle garson falan yok. Pişiren de servis yapan da köy halkından. Çağırdım bize servis yapanı, "Et de yapıyonuz mu siz?" dedim umutla, hevesle. Verdiği cevap hevesimi kursağımda bıraktı kelimenin tam anlamı ile.

Börek yarım, gitmiyor. Bir lokma bile daha yiyesim yok. Yok yaa dedim kendi kendime duramıycam. Kalktım yan lokantaya geçtim.

Dışarıda kocaman bir mangal kurmuşlar, içeride kasap reyonu, yine deminki lokantadaki gibi duvarın birine boydan boya ocaklar, ortada manavvari bişiler...

"Selamun aleyküm. Üstad açıksınız di mi daha", "Aleyküm selam, açığız beyim açığız. Müşteri olduktan sonra kapamayız." Girdim içeri kasap reyonunu inceliyorum. Aman Allah'ım o ne güzel etler öyle. Saf saf dizilmiş kıpkırmızı dana etleri, bonfileler biftekler. Yanında özenle sıralanmış kuzu etleri, kavurmalık, şişlik, pirzolalar, kollar, butlar, üff. Bunların önünde sucuklar ile aramdaki set beni rahatsız bile etmedi ki ben sınırları sevmem. :)) En sonda da köfteler...

"Üstad meraba ne yicez biz?" "Beyim ne istersen işte hepsi burda." "Yok yok, illa de bişi. Ne yicez, sen olsan ne yerdin?" "Bak ben sana o zaman pirzola veriim, bi de şiş?" "Tamam beş kişiyim ben, hazırla sen etleri geliyorum. Rakı var mı burada?" " Etleri hazırlıyorum beyim, ama bizde rakı yok. Rakıyı diğer lokantada veriyoz. Buranın alkol izni yok."

Döndüm o kıytırık sac börekli masaya (manyak ya sac böreğine bile kıytırık diyip çamur attım, şimdi olsa keşke). Beni hepsi bilir tanır, hepsinin yüzünde muzip bir tebessüm, e söylemedin mi etleri kalkıp gitmiyoz mu sorusu ile dolu muzip bakış. Yine çağırdım ben servis yapanı, "Abla biz et yicez, sen bunları bize paket yapsan, ayıp olmaz di mi sana?" "Yok yok ne ayıp olacak, Ha onlar ha biz. Hepimiz biriz burada". Toparlandık geçtik yan lokantaya...

Abartmiim 5 kilo civarı et yedik. Off offf offf! O şişler, pirzolalar, sucuklar... Anlatayım diyorum ama yok bööle bişi anlatılır gibi değil. Bak yine ağzım sulandı. Ayran da nefis bu arada. Özlemişim bak oraları, bekle Çavuşum geliyom. :))

Aslında biz o akşam efendi efendi taze fasulyemizi yiyecektik. Biraderin sac böreği lafı bizi bir kez, esen rüzgar da ikinci kez günaha soktu. :)) Mutlu muyduk? Heeem de nasıl mutluyduk. Eve karnı tok dönen beş erkek. :))

22 Aralık 2010 Çarşamba

Röportaj

Geçen kapı çaldı, "Gir!" dedim. Benim kapım hiç kilitli olmaz, itince açılır girersiniz. Kapı açıldı, baktım içeri gençten yakışıklı bir delikanlı girdi. "Abi meraba, ben şey için gelmiştim." süklüm püklüm konuşcam diye ezilip büzülüyor. Gariban ya dedim kendi kendime. "Ne var evladım? Bu utangaçlık ne? Gel hele otur şöyle." bi de çay söyledim, rahatlasın da derdini rahatça anlatsın istedim. Röportaj yapmakmış niyeti. Tersledim gönderdim. Baktım gitmiyor. Neymiş efendim yardım kurumlarına bağışlıycakmış geliri. "Darülaceze miyim ben?" dedim yine yolladım. Hala gitmiyor. Ağladı ağlayacak. "Beni sevindirirsin" dedi kıyamadım. Sordu işte bir kaç soru, böyle kainatın sırlarından, insanlığın yaratılışından, öldükten sonra nolcaz falan diye...

Röportajı merak ediyorsanız şurda bi yerde olucaktı...

21 Aralık 2010 Salı

Tatil

Üniversiteden atıldıktan sonra kalakaldım ortada. Ne yapacağımı bilemeden, okullar tatile girmiş ve benim derslerim de azıcık kötüymüş numarası ile memlekete gittim ailemle... Niyetim tatil dönüşü anlatmak durumu. Korkuyorum tabi, ne gerek var o beton yığını yere dönmeye, burada kalalım denmesine. Bu minicik kasabada kalamam, yaşayamam, nefes alamam sanıyorum.


Her gün nişanlıma uğruyor, halini hatrını soruyorum. Biraz sohbet edip kayın validenin elini öpüyor ve ayrılıyorum. Ankara'dan gelirken bizimle birlikte gelen arkadaşımla da Kuşadası, Didim, Selçuk, Akbük, Bodrum yapıyoruz günübirlik.

Bir gün nişanlım cırladı bana, neymiş gittiğimiz yere onu götürmüyor, davet etmiyormuşum. E haklı tabi kız. Niye götürmüyorum ki ben de? "Canım, sen değil miydin geçen sene davet ettiğim hiç bir yere gelmeyen? Her davetime uygun bir kılıf bulup beni reddeden? Bu yaz da davetlerimi ilk başta reddedince, karşında yeterince şebek olduğumu düşünüp sormuyorum artık". Kızdı biraz ama pek de bişi diyemedi. Ne diyecek ki döver gibi doğruları gözüne sokunca?

Bir kaç gün sonra da tatil yerini ayarladık. Bodrum Turgutreis'e bilmem ne kadar mesafede bi site varmış bizim arkadaşlardan birinin. Oraya gidicez. Yakınlarda çadır kurulacak yerler varmış. Niyetimiz çadır kurmak. Bugün ismini bile hatırlamadığım minik bir balıkçı köyünün yanındaydı arkadaşın tatil sitesi. "T.E.K. bişi" sitesi... Hemen yanında Aspad diye bir yer, etrafı demir tellerle çevrili. Gayet güvenli bir mekan, sahibinden izin aldık, çadırı güzel bi ağaç grubunun altına kurduk. Çadır da bildiğiniz köpek çadırı, ayakta duramazsınız içinde, böyle sürünerek giriyorsunuz, iki kişilik bişi. Tek kural, sigara içmemek. Ağaçları yeni dikmişler yanmasınlar diye özeniyorlar. Ha bi de tuvalet için çukur kazmamızı istediler. :))

Sabah tam 8'de güneş çadıra vuruyor. Her sabah tam 8'de ayaktayız. :) Sabahları kalkıyoruz köye gidiyoruz, yolda bir çeşme var durup elimizi yüzümüzü yıkıyoruz. Çadırın etrafında elektrik, su benzeri hiç bir medeniyet işareti yok. Köydeki bir balıkçı kahvesine girip çift kaşarlı domatesli tost ısmarlıyoruz. Yarım ekmekten yapıyorlar tostu. İkişer tane söyleyip su bardağı ile de çayı istiyoruz. Oturduğumuz masadan düşsek doğrudan denizin içinde olacağımız bir masaya kurulup afiyetle yiyoruz. Hayatımda yediğim en güzel kaşarlı tostlar onlardı. Hala daha iyisini yiyemedim.

Kahvaltıyı yapınca da siteye arkadaşın yanına geçiyoruz. Ailecek onlar kahvaltıda iken biz de tuvalet ihtiyacını hallediyoruz. Tuvaletini kullandığımız arkadaş dört kişilik bir aile. Anne, baba, biri erkek biri kız iki kardeş. Kız olan ufak. 15 yaşlarında bıcırık bişi. Yıllar sonra tanıdığım kara gözlümün biraz daha çelimsizi idi. Arkadaş kahvaltısını bitirince inerdik sahile, denize girer, güneşlenirdik. Arada çok sıcaklayınca bir şeyler içerdik. Öğle yemeği zamanı geldiğinde bizim için mutlaka biri yemek ısmarlardı. İki çulsuzu da ağırlayamazsa koca siteye ayıp zaten. Menü hep aynı. Sosisli makarna, bira! Değişen tek şey makarnanın sosundaki ketçap miktarı olurdu. Kilo vermediğim tek tatildir. Ve evet ben hala sevmem makarnayı. Sağ olsunlar 12 gün misafir ettiler bizi. Geceleri nadiren çıktık bişiler yaptık ki paramız bitmesin. Paramız dediğime bakmayın, kıytırık bir motelde üç gün kalacak paramız anca var. :)) İkimizin de derdi kafa dinlemek, tamamen yılın yorgunluğunu atmak, ne kafa ne beden olarak hiç bir aktivite istemiyoruz. Arkadaşım sevgilisinden ayrılmış, ben okuldan atılmışım. Durumdan hiç şikayetçi değiliz yani.

O arada ben de nişanlımdan ayrıldım. Bu başka bir hikaye ola ki bir gün yazarım.

Artık rahat mı battı, kafamız mı dinginleşti, ben nişanlımdan ayrıldığım için yerimde durunamaz mı oldum? Orası belirsiz. Ayrıldık oradan. Antalya'ya geçip arkadaşın sevgilisine bir merhaba demek niyetimiz. Onun da derdi hani tekrar ilişki başlar mı?

Kemer'e geldik, arkadaş telefonla konuştu. Müsait değilmiş kız. Bir otelde animatörlük yapıyor. Akşam üzeri görücez. Bir otelin sahiline kaçak girip denize girdik. Abicim sabahın 10'unda bir deniz bu kadar mı sıcak olur. Resmen hamam. İki de kese atasın gelir. Kaçtık Antalya'ya. Arkadaş biliyormuş, beni kayalık bir yere götürdü. Denize girdik, oyalandık. Çarşıda gezdik falan. Turistler, hareket bi dünya. Her şey güzel gidiyor. Taa ki postaneye girene kadar. Postaneye bi girdik ki püüüüü meğer cehennemde imişiz. Klima bi çalışıyor, püfür püfür. İşimizi bitirip çıktık postaneden, anam sanki kızgın tavada yürüyoruz. Akşamı zor ettik.

Akşam üzeri tekrar geçtik Kemer'e arkadaş kızı gördü, konuştular. Yanıma geldi, hadi baba dedi bitmiş bu iş. Tırmalamanın alemi yok. Bulmuş bile birini. Gidelim. Topu topu bir hafta önce ayrılmışlardı oysa ki...

Kös kös döndük eve. Çok uzun ve sıkıcı bir yolculuktu. İki gün sonra nişanlanmamızın yıldönümü. İçimi sardı bi sıkıntı, anneme dönelim dedim, sıkıldım ben. Topladık eşyaları o gece yola çıktık, Ankara'ya döndük...

Hey Allah'ım ya! Sözüm ona ben size bu akşam askere nasıl gittiğimi anlatacaktım. E napalım bu seferlik böyle olsun. Kıssmetse bir dahaki sefere de onu anlatırım. :))

19 Aralık 2010 Pazar

Damağınız Ölmesin

Yarenim aradı, bizim Ufaklık çok bunalmış bu sene şöyle kafa dinlemek için tatile çıkmak istiyormuş, birlikte bişi yapalım diyor. Gidelim mi hep beraber Aydın'a? diye sordu. A olur valla, biz burdan direk geçelim mi, yoksa oraya gelelim yolda da birlikte mi oluruz? diye sorunca, Atlayıp gelin ya, hem benzine ortak olursunuz, hem de yolda dedikodu yaparız dedi...

Biraderle atladık gittik Ankara'ya. Dostları gezip hal hatır ettik, Ufaklık da işlerini halletti çıktık yola. O nasıl berbat bir yol keyfi öyle, keyif değil tam ızdırap. Ufaklığın kafası cidden iyi dellenmiş, hiç bir yerde durmadı (tuvalete gitmek için bile yalvardık), sağımıza solumuza bakamadık, ona buna takılamadık, arka koltukta Yarenimle birlikte eziyet içinde konduk Aydın'a! Konduk diyorum, uçtuk çünkü.


Aydın'da benim asker arkadaşımın evine gittik, biraz dinlenir arada Didim, Kuşadası yapar, denize de gireriz diye heves ediyoruz. Bu gezinin detaylarına bir gün belki değinirim. O arada İstanbul'dan bir dostum aradı, İzmirdeymiş. Atla gel burada şunlar şunlar var, gezeriz. Vakti müsaitmiş atladı geldi katıldı bize.

O geceki rakı sofrasındaki bol kahkahalı muhabbetin arasında, ertesi gün bizim köydeki bir akrabaya ziyarete gitmeye karar verdik. Birader de export rakı almış onun için, onu veririm diye hevesli gitmeye.

Ertesi gün ben, birader, yarenim, ufaklık ve dost çıktık yola. Didime 15 km falan mesafede bizimkilerin köyü. Köye girmeden önce bir viraj, viraj başında çok eski bir çeşme, çeşmeden sonra da yılan gibi kıvrılarak yükselen dik bir rampanın hemen girişinde bizimkilerin tarlası. Çektik arabayı sağa.

Böyle şehirlerarası otobüs durakları olur, tenekeden. Duraktan bozma gibi duran teneke bir kulübe var yol kenarında, yengem onun içine elzem malzemeleri koymuş; tüp, ocak, tuz, baharatlar, çatal bıçak, tabak çanak... Mini mutfak gibi bişi yani. Kulübenin bir tarafında çilek serası, diğer tarafında da sazlardan, ottan çöpten yapılmış bir çardak. Çardağın altında bir masa, masanın bir tarafında uzun bir tabure, 3-4 sandalye. Püfür püfür esiyor.

Yengem aç mısınız diye sorduğunda ben atladım hemen "Ölüyoz yenge açlıktan! Ne var yemek?", "Aaa oğlum yok bişi ama uydurcaz artık Allah ne verdiyse." diyerek başladı yemek işine. Kolay mı? Biz zaten beş kişiyiz onlar da iki. Yedi kişilik yemek yapıcak. Biraz hal hatır sohbetten sonra, teyze oğlu (hep abi derim ona) "Eeee! misafirin getirdiği, misafir gitmeden açılır ikram edilir" dedi ve açtık rakıyı. Onca adam, aç karnına, o mis gibi havada hiç bir şey anlamadık içtiğimizden, bitiverdi pıt diye.

Rakı biterken daha, yengem başladı sofrayı hazır etmeye. Önceki günden kalma arpacık şehriyesi çorbası, bulgur pilavı ve taze yapılmış biber patlıcan domates kızartması... Şöyle bir baktım sofraya "Umarım yeter" diye geçirdim içimden.

Çorbayı ve pilavı geçtim de zeytinyağında kızartılmış o biberler, patlıcanlar, domatesler... Yok bööle bişi yaaa. Yarenimin damak hassasiyeti çok yüksektir. Kızartmadan bir lokma aldı kafayı kaldırdı benimle göz göze geldi. Gözlerindeki hayret ifadesi kocamandı. "Biz ne biber, ne domates yemiyormuşuz. Ben patlıcan hiç yememişim hayatımda." demesiyle abim kahkahayı patlattı. "Siz şeherliler (şeher kelimesini bilerek ağzını yaya yaya söyleyip Türk filmlerine atıfta bulundu) hormonlu çöplerle beslenmekten sağlığınızı da damak zevkinizi de kaybetmişsiniz. Arada gelin buralara da damağınız ölmesin." diyerek bombayı patlattı. "Bunlar bizim bahçeden hep, hormonsuz. Gübre bile yok bunlarda." :))

Çorba zaten azcıcıktı bitti. Pilav biraz kaldı. Kızartmayı tek bir tepsi içinde sofraya koymuştu yengem. Son gördüğümde, tepsi başında dostumla yarenim kavga ediyordu. :)) Kalan son domates soslarını sıyırmak için çetin bir uğraş vardı. Karnımız doydu hepimizin, ama damağımızdaki açlık yeni başlamıştı. O gün bugün hala da geçmiş değil... Ah yenge ah, hala anarım o kızartmayı...

Yolunuz Ege'ye düşerse unutmayın e mi kızartma yemeyi? Böyle kendi bahçelerinden topladıkları biberler, domatesler, patlıcanlarla yaptıkları o kızartmanın tadını bulamazsınız şehirlerinizde...

17 Aralık 2010 Cuma

Beyaz Çoraplarım

Güney Egede sahilden 20 km içeride minik bir kasabada büyüdüm.  Her yemek zeytinyağlı yenir bizim oralarda. Çatlayın valla. :))

Ortaokul yıllarım. Bize öğretilen yazın beyaz çorap giyilir. Kış gelince de siyah, kahverengi, füme, gri artık kıyafetine hangisi uygunsa. Bu adabla yetiştirildim ya, büyük şehre geldiğimde beyaz çorap giymenin magandalık olduğunu öğrendiğimde ne bozulmuştum.


Temiz temiz beyaz çorabını giyersin, konu komşuya misafirliğe gidersin, ayaklarını oturduğun koltuğun ya da kanepenin altına saklamaz, hafiften ileri uzatırsın. Bir ayağını da diğer ayağının bileğinin üstüne koyarsın. Sanki bacak bacak üstüne atacakmışsın da saygı için yapmıyormuşsun gibi. Hikaye basittir oysa ki, o bembeyaz lekesiz çoraplarını milletin gözüne sokmaktır gaye. Herkes görsün de anne goburlansın diyedir. :)) Hoş o dönemde Yeşilçamdakiler de beyaz çorap giyiyorlardı sanki ya, neyse...

Lise bitti, üniversite için Ankara'ya geldim. Beyaz çoraplarıma bakanlar yüzünden hiç utanmadım. Yalan! Görgüsüz maganda muamelesi yaptılar ya nasıl utanmam? Öyle zor alıştım ki beyaz çoraplarımdan ayrılmaya... Ahh ahh hala var bak içimde o sevgi. Maykıl Ceksin abi giyince tarz ben giyince maganda! Hem onun pantolonunun paçaları da düdük gibi. Ulan çifte standart seni nerelere soksam?

Şimdilerde artık çorap da giyemez oldum. Sevmiyorum giysilerimin tenimde bıraktığı hissi. Ne giyiyorsam hissetmiycem. Yok gibi olucak. Hele o çorapların koncu öldürüyor beni. Kış bile olsa konçsuz çorap mı diyorlar, kesik çorap mı diyorlar -hani bileğe kadar- onlardan giyiyorum. Soğuk? Valla o lastik soğuktan besbeter.

İtiraf etmeliyim hala beyaz çorap giyenleri aşağılayanları gördüğümde böööle taaa testislerimden belime, ordan göbeğime, ordan sırtıma boynuma dolanan, ağzımın içini kavuran, dişlerime çarpıp geri döndüğünde midemi yakan bir küfür yükselir. İçimdeki çocuk hazmedemedi bu maganda yakıştırmasını.

İçimdeki çocuk seviyor beyaz çorapları...

15 Aralık 2010 Çarşamba

Ahh Şu Kadınlar...

Kadınlar ve erkekler hakkında ne düşünüyorum, ne hissediyorum ayrı ayrı birer yazı yazayım istedim. Sonra şöyle bir düşündüm de erkekler hakkında yazmaya çok da gerek olmadığını gördüm.

Futboldan anlamam ve hoşlanmam, ekonomi hiç bilmem, siyaset ve siyasetçiler ile hiç ilgim olmadı. Ülke kurtarma muhabbetlerinden hep sıkılmışımdır. Kadınlardan konuşmak, arabalardan konuşmak, nasıl kolay para elde edilir hayali kurmak. İşte erkekler ile paylaştıklarım. Toplasan bir paragraf bile etmiyor. :)

Kadınlar öylemi ya? Anlat anlat bitmez. İnceler, naifler, güzeller, kaprisliler, zekiler ama aptallar, perspektif duyguları gelişmemiştir bu yüzden araba kullanamazlar, iki güzel lafa hemen tebessüm edip kalbini çaldığını sanacak kadar saf, seni ve tüm sülaleni de yakacak kadar kindar olabilirler.


Neyse... Bir blogta görmüştüm, böyle ilgisiz miniminnacık hikayeleri birer paragraf halinde aktarıp geçmişti. Ben de yapabilirim ki bunu demiştim o zaman. Hatta yapmalıyım diye de gaz bile vermiştim kendime.

18 yaşını doldurduğum gün gidip ehliyet kursuna yazıldım. Paşalar gibi de gidip emniyetten ehliyetimi aldım. Bilen bilir o zaman Ankara'da ehliyet, Güvercinlik denilen bir mevkideki sınav alanında verilirdi. O yaz da arabamı alıp memlekete gittim. İlk aşkım olan kıza araba kullanmayı öğreticem.  Ortaokuldan tanıyoruz birbirimizi, nişanlıyız. Standartları anlattım, direksiyon, gaz, fren, debriyaj. Zeki kızdı, kaptı hemen bunları. Arabayı da gayet başarılı kaldırdı, ama o duvarın ne ara ışık hızına çıkıp da üstümüze geldiğini inanın fark edemedim. Zor bela durdurduk abayı. Çektik kenara. "Aaaa, bir kadın bunca ayna arasında nasıl araba kullansın canım!" demesi yok muydu? :)))

Okyanus gözlüyü önceki yazıdan bileniniz bilir. Az tarif edeyim. Saçları sırtına dalga dalga inerdi. Koyu kahverengiydi. Beyaz tenli, hafif yuvarlakça yüzlü, Anayasanın 90ıncı maddesinin C fıkrasını ihlal eden göğüsleri ile dikkat bile çekmeyecek kadar bol salınımlı hoş yuvarlak iri kalçaları üzerindeki benim karınca bel diye tanımladığım fiziği ile dikkatimi çekmemesi imkansız biriydi. Hayatımda asıldığım tek evli ve çocuklu kadındı. Kur yapmak değildi benimki asılırdım. Öyle böyle de değil! En sonunda bir gün canıma tak etti, "Eh be okyanus gözlü, bi he desen!" dedim. Bir kaç gün sonra, tamam dedi ev yarın boş, kocam bilmem nereye gidiyor. Yaşadığım şaşkınlığı, sevinci, kafa karışıklığını anlatmam mümkün değil. Asla kabul edeceğini düşünmememin getirdiği o rahatlık ile kur yapmanın keyfi bambaşkaydı. Elinden oyuncağı alınmış bebeler gibi (Ankara'da böyle derdik biz), bi mahzunlaştım ki sanki aşık olduğum kadın bana yok dedi. Merakım rahat durmadığı için de illa öğrencem niye evet dedi diye. Öğrendim. :(( Kötü durum. Kocası ile kavga etmişler. Herifi annesine yollamış, bir müddet düşünecekler, evliliklerinin yürüyüp yürümeyeceğine karar vereceklermiş. Bunu öğrenince "Olmaz" dedim. "Sen şimdi kızgınsın, intikam istiyorsun. Kafan sakinleşince sonra pişman olup üzülmeni istemem. Şu olay netliğe kavuşsun hele bir". Barıştı kocası ile, adam eve döndü. Bir kaç gün sonra da işten ayrılıp gitti. Bir daha da görmedim. Çoook pişman oldum çok! :))

O dönem bir kız arkadaşım var. Böyle yerden bitme minicik bişi. 160 falan boyu. Çok yakın bir arkadaşımla şehir merkezinde buluştuk, kafe gibi bi yere oturup laflıycaz. İlk kez karşılaşıyorlar, arkadaşım kıza amanın sen de pek minikmişsin dedi. Yürüyoruz, hafiften yağmur başladı. Minik girdi koltuğumun altına kafayı da uzatıp arkadaşıma,"Gördün mü minik olmak fena bişi diil. Şemsiyeye bile gerek yok, ıslanmadan gidiyorum hıh!" dedi...

..........


Geçmişimde hayatıma girip de beni etkilemiş kadınları şöyle bir gözümün önüne getirdim de hepsinin ortak noktaları var. Fiziksel olarak neredeyse hiç biri birbirine benzemese de...

Kadınlarda melodiyi çok severim. Başkaları duyar mı bilemiyorum. Kadın evrenin melodisini üzerinde taşıyorsa, o yürürken onunla birlikte evren de yürüyorsa, yürürken arkasından baktığımda içimi çocukça bir mutluluk kaplıyorsa, yine yürürken arkasından baktığımda kendimi daha erkek hissettiriyorsa, hele hele gözlerime gözlerini diktiğinde kendimi hem çocuk, hem erkek, hem kahraman hissediyorsam...

Sonsuz işaretini bilirsiniz. Ben bu "∞" işareti hep kadınların yürürken kalçalarının hareketine benzetirim. Kadın bende hep sonsuzluğu simgeler. Sonradan fark ettim ki sonsuzluk simgesi olarak kullanılan objeleri zaten kadına yakıştırmışız.

Sonsuzluk ve evrenin melodisi. O melodiyi bana duyuran kadınlar... Sizleri çok sevdim, seviyorum, seveceğim... Ama... İlla ki kara gözlü. ;))

14 Aralık 2010 Salı

Kahve Sevdası


Tam bir çaykoliktim. Taa ki okyanus gözlü bir güzel beni baştan çıkarana dek. Öyle böyle değil, belki günde 2 demlik çay içiyordum.

O zamanlar, yerel bir marketin merkez ofisinde bilgi işlem müdürlüğü yapıyorum. Merkez ofis dediğime de bakmayın, hiç de öyle merkezde falan değil. Şehir merkezinden 35 km uzakta, bir organize sanayi sitesinde. Sabah 6da kalkıp yollara düşüyor, mesai saatinde iş yerinde olmaya çabalıyorum.


Ofisi ilk açanlardan olduğum için de kazan soğuk. Hatta kış günleri ofis öyle soğuk ki penguenleri görsem şaşmıycam. Ha dağıtmadan kazan dediğim o çayhanelerdeki çay kazanlarından. Bir gün sekreter odama girdi. Masama yaklaşıp günaydın müdürüm dedi döndü gitti. Noluyor diye kafamı kaldırdım ki masada bir fincan mis gibi kokan kahve. Arada sırada Türk Kahvesi veya nescafe içer, onu da şekersiz ve sütsüz içmeyi tercih ederdim. Masada duran kahve ise sütlü... Olsun... Öyle soğuk ki üzerimdeki montun içinde bile titriyorum. Offf bir de şekerli. :(( İki nefeste de bitiverdi. :((

Ertesi günü sabah kahvem gelmedi. Ben de çok umursamadım. Bir sonraki gün kapım açıldı sekreter girdi içeri. Elinde kahve fincanı. Getirdi masama bıraktı "günaydın müdürüm" dedi. "Hayırdır okyanus gözlü, dün unuttun kahveyi?" Petrol yeşili renginde gözleri vardı. Neşelenince deniz yeşili ile yosun yeşili arası olurdu gözlerinin rengi. "Bi de ben sütsüz şekersiz severim kahveyi." "Ama müdürüm ben çaycı diilim ki, istiyorsan gelip alıcan, ben getirip veremem. Bilgin olsun diyeydi o ilk sefer." dedi kırıtarak gitti... Arkasından bakakaldım.

Önceleri soğukla savaş için başlayan nescafe ilişkim de zamanla sevdaya dönüştü. O gün bugündür de sabahları kahvesiz uyandığım günü bilmem. Bakayım... 12 belki 13 yıl geçmiş aradan.

Annem ise tam bir Osmanlı Karısı idi. Türk Kahvesi içerdi sabahları. Son günlerinde epey elden ayaktan düşünce, onun kahvesini de ben yapardım. Helali hoş olsun. Çok da güzel yaptığımı söylerdi. Artık beni onore etmek miydi amacı yoksa ciddi miydi hiç bilemiyorum. Nadiren de olsa kendime de yapar, karşılıklı içerdik. Annemin vefatından sonra hiç Türk Kahvesi içmedim. Şimdi fark ediyorum ki Türk Kahvesi anne ile içilince güzel. Bi de ben galiba kendime kahve pişirmeyi sevmiyorum...

Bu yazıyı Depresif Ayu'ya ithafen yazdım...

11 Aralık 2010 Cumartesi

Taşıma Bandı





Geçen öğretmenimle sohbet ediyoruz. Laf döndü dolaştı internet, sosyal paylaşım siteleri, bloglara geldi. Aaa dedim benim de bloğum var. İnceledi bloğumu sonra kızdı bana. Ülen dedi sen bu musun? Bu ne biçim blog? Ne bu illa şu konuda yazcam diye kasman? Saçmalama! Bak heves etmişsin yazcam demişsin. Güzel de, rahat ol, kendini kasma, konu veya tarz için sınırlama kendini. Sınırlar senin en nefret ettiklerin iken nasıl oluyor da kendini sınırlayıp da lezzetli yazı yazıcan ki? Olmaz öyle şey. Ben biliyorum, sen de biliyorsun, senin içinde söyleyecek çok şeyin var. Var olmasına var da, senin o içindekileri aktaracak bantta sorun var. Önce o bandı bi çalıştır hele. Bak bakalım ne yük çekiyor, bant sağlam mı, seri mi? Sen bandın istihabine bakmadan yüklemişsin maşallah koca ağırlığı.


Şöyle bir baktım öğretmenimin sözlerine, haklı valla. Ben de şöyle bir bakındım acaba blog adresini değiştirsem, hatta blogger yerine word presse geçsem mi diye. Tembellik başa bela, sıkıldım wordpress mördpress uğraşmaktan, geldim mis gibi bloggırıma, önce adımı değiştirdim (adres aynı kaldı), sonra da en sevdiğim konunun dedikodu olduğunu ilan edip ilk yazımı döktürmeye başladım.

Hoş bu yazıdan çok itirafname gibi oldu. Siz bilmezsiniz, ben kahveyi pek bi severim. Kahvesiz bir hayat hayal edemem bile. Fotoğrafı da çok severim. Kahve fincanı şeklinde fotoğraf makinası lensi gördüm. Onu da profil fotoğrafı yaptım ekledim. Aslında bunun aynısından bi tane bulsam hemen alıcam. Ne keyifli olurdu bununla kahve içmek. Bir iki model gördüm ama içleri ya metal ya plastik. Ben kahve fincanı konusunda porselen olmalı diye de inat edecek kadar tutucuyum.

Henry Ford sen bir çığır açtın biliyorsun di mi?